Elitlerin Dönüşümü

Elitlerin Dönüşümü

Mustafa Arı

Sayı 02

29 Kasım 2025

Mustafa Arı

Sayı 02

29 Kasım 2025

Tarih, güç ve nüfuzun el değiştirme hikâyesidir. Bu değişim kimi zaman soy, bilgi ve erdemin otoritesiyle; kimi zaman her türlü haklı temelden yoksun, yalnızca kurnazlıkla ayakta duran bir ‘üst zümre" ile gerçekleşir. Her toplum, her çağda kendine özgü bir “egemen zümre” meydana getirir. Fakat hiçbir üst zümre kalıcı değildir. Tarih bir bakıma bu döngünün oluşumu ve sonuçlarından müteşekkildir. Bu nedenle bu döngüyü kavramak, hem bugünü hem de bugünün biçimlenişini anlamak demektir. Hiçbir toplum ve dönem bu döngüden ari olmadığı gibi, geçmişten günümüze Türkiye Cumhuriyeti de bu elit döngüsünden ari olmamıştır. 

Döngü zincirinin kırılma noktalarını doğru tespit etmek, bugünü anlamak için hayatî önemdedir. Bu nedenle geçmişten günümüze Türkiye’yi anlamak, elitin döngüdeki yerlerini doğru okumayı gerekli kılar. Türkiye’yi kuran kadroların bu döngüdeki yerini tespit etmek devletin yapısını ve düzenini kavrayabilmemiz açısından elzemdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu elitinin, Osmanlı’nın son dönem Tanzimat elitlerinden gelen ve özellikle İttihatçı geleneğe dayanan bir kökene sahip olduğu görülmektedir; dolayısıyla bu elitler yeni bir sınıf oluşturmaktan ziyade önceki elit yapının devamını temsil etmektedir. Örneğin cumhuriyetin ilanıyla birlikte birinci meclisin ve özellikle 1920’lerdeki yasamada ve idarî görevlerde etkin olan kadroların çoğu, II. Meşrutiyet sonrası Osmanlı bürokrasisi içinde görev almış ve İttihatçı çevrelerle bağlantılı kişilerdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün etrafındaki bazı üst düzey askerî ve sivil bürokratlar da 1908–1918 yılları arasında Osmanlı ordusu ve idaresinde deneyim kazanmış, merkezî devletin modernleşme projelerinde yer almış bireylerden oluşuyordu. Bu durum yeni rejimin ideolojik ve bürokratik temellerinin tamamen yenilikçi bir elitten değil, önceki dönemin deneyimli ve bağlı kadrolarından beslendiğini göstermektedir. Ayrıca kurucu elitin birçok hukukî ve idarî uygulamada Osmanlı’dan devralınan geleneksel mekanizmaları sürdürmesi bu devamlılığı teyit eder. Merkezî bürokrasi yapısı, vergi toplama ve adalet mekanizmaları, geleneksel Osmanlı örneklerinden kopmayacak biçimde yeniden düzenlenmiş, modernleşme çabaları eski kurumları tamamen yok etmek yerine onları dönüştürmüştür. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin elitlerinin yalnızca yeni bir sınıf yaratmakla kalmayıp aynı zamanda tarihsel döngülerin sürekliliğini sağladığını gösterir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni anlamak yalnızca cumhuriyetin ilanını değil, bu elitlerin Osmanlı’dan devraldıkları yapıları, ağları ve deneyimleri de doğru okumayı gerektirir; bu perspektif hem bugünün siyasal dinamiklerini hem de devletin temel yapısını kavramak için kritik önemdedir. 

Osmanlı Devleti’nde yönetici elit, padişaha dayanan merkezî bir bürokratik çekirdekti. Devletin otoritesi güçlü kaldığı sürece bu bürokratik elit, iktidar olma iddiasını sürdürdü. Ancak ekonomik bozulmalar, askerî başarısızlıklar ve Avrupa’nın modernleşme hamleleri zamanla bu yapının direncini kırdı. Yüzyıllar boyunca kemikleşmiş olan bu merkezin gücü artık çevreden gelen yeni unsurlara karşı zayıflamaya başladı. Elitler güçlerini koruyabilmek için yeni bir meşruiyet söylemine ihtiyaç duyarlar; bu dönemde Batı’nın ilerleme ve terakki düşüncesi bu söylemin yerini aldı. Devlet “taze kan” arayışıyla öğrenci ve bürokratları Avrupa’ya gönderdi; ancak bu kişiler dönüşlerinde eski yapıya meydan okuyan yeni bir elit sınıfı oluşturdular. Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri eski merkezî elit ile yeni aydın zümre arasındaki çekişmenin somut sonuçlarıydı. İttihat ve Terakki’nin kadroları bu yeni elit tipinin ilk somut örnekleriydi. Gelenekten kopup modern bir devlet inşa etme hedefi aslında eski elitin yerini almanın başka bir yoluydu. Bu kadrolar imparatorluğun çöküşüyle birlikte Cumhuriyet’in kurucu çekirdeğini oluşturdu. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tamamen yeni bir sınıfın başa geçiş hikayesi değil, dönüşen bir elitin yeniden doğuşu oldu. 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet kadrolarını oluşturan yöneticiler Osmanlı’nın bürokratik damarını büyük ölçüde devralmıştı. Yeni rejimin sahip olduğu sınırlı toplumsal taban ve memleketin içinden geçtiği yıkım süreci, bu kadronun tek başına iktidar kurmasını mümkün kılmıyordu. Bu durum kurucu elitin farklı toplumsal gruplarla ittifaklar kurmasını zorunlu hâle getirdi. Kurtuluş Savaşı bu dengeyi açık şekilde ortaya koyar: Askerî kadrolar mücadeleye halkın geniş kesimlerinin yeterince angaje olmadığını sıkça dile getirirken savaşın fiilî gücü çoğu zaman yerel eşraf ve toprak sahipleri desteğiyle şekillenmişti. Cumhuriyet rejimi ilk döneminde görece “tek sesli” bir elit yapısı inşa etmeyi başardı ancak bu yapı sosyo-ekonomik gelişmeler karşısında uzun süre aynı homojenliği koruyamadı. Çok partili hayata geçişle birlikte merkezin dışında kalmış taşra kökenli ve ekonomik olarak güçlenmiş yeni bir zümre siyaset sahnesine çıktı. Demokrat Parti, bu yeni elitin –yerel eşrafın, tüccar sınıfının ve yükselen Anadolu burjuvazisinin– merkezî bürokrasiye karşı ilk büyük çıkışıydı. Böylece Cumhuriyet’in ilk dönemiyle birlikte başlayan bürokratik-merkezî elit ile çevresel-ekonomik elit mücadelesi, Türkiye siyasetinin kalıcı ekseni hâline geldi. Bu iki sınıf arasındaki gerilim, 1980 askerî müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Darbe bir yandan devlet otoritesini yeniden tesis etmeyi amaçlarken diğer yandan bürokratik-askerî elitin siyasal hâkimiyetini pekiştirdi. “Devletin bekası” söylemi bu dönemde ideolojik bir çerçeveye dönüştü; ancak bu elit yapısı, geniş bir toplumsal tabana yaslanmadığı için sürdürülebilir bir hegemonya kuramadı. 1980 sonrasında devlet baskısı ve askerî vesayet, geleneksel sol aydın çevrelerini zayıflattı ve toplumsal alanı yeniden şekillendirdi. 1983’te Turgut Özal’ın iktidara gelişiyle birlikte, askerî-bürokratik elitin ağırlığı sistem içinde kademeli olarak azalmaya başladı. Özal, devletin ekonomik alandaki tarihsel tekelini kırarak serbest piyasa eksenli yeni bir ekonomik elitin doğuşunu hızlandırdı. Bu gelişme Türkiye’de siyasî iktidarın tabanını derinden dönüştürdü. 2000’lere gelindiğinde ise, ülke artık eski askerî-bürokratik seçkinlerle yeni muhafazakâr-ekonomik seçkinlerin rekabet ettiği çift merkezli bir elit yapısına sahip olmuştu. 

2002 seçimleriyle birlikte Türkiye’de siyasal merkeze ilk kez taşra kökenli, muhafazakâr değerleri önceleyen ve ekonomik gücünü büyük ölçüde 1980’lerle birlikte biriktirmeye başlayan yeni bir toplumsal kesim yerleşti. Ancak bu yükseliş önceki tarihsel döngülerde olduğu gibi tam anlamıyla yeni ve özerk bir elit sınıfı oluşturamadı. AK Parti’nin ilk döneminde yükselen muhafazakâr sermaye, 2010’lardan itibaren devletle kurduğu simbiyotik ilişki üzerinden güçlendi fakat bu güçlenme, bağımsız ekonomik bir elit yaratmaktan çok siyasî merkeze bağlı bir çevre üretti. Ekonomik sermaye piyasa dinamiklerinden ziyade siyasal iktidarın sürekliliğine bağlı hâle geldi. 15 Temmuz sonrasında devlet kadrolarında gerçekleştirilen geniş tasfiyeler bu yeni elitin kurumsallaşma imkânını daha da zayıflattı. Devleti taşıyan pek çok kadronun güvenlik gerekçeleriyle tasfiye edilmesi elit dolaşımında keskin bir kırılma yarattı. Aynı dönemde iktidarı destekleyen akademik ve entelektüel aktörler ortaya çıksa da bunlar toplumsal meşruiyet açısından kalıcı ve derinlikli bir “kültürel elit” yapısı oluşturamadılar. Böylece ortaya önceki döngülerde de görülen bir kalıp çıktı: Yeni elit ekonomik ve kültürel bağımsızlığını kuramadan iktidarın gölgesinde şekillenen bir elit olarak kaldı. İktidar devletin kurumsal mimarisini dönüştürmeyi başardı fakat toplumun kültürel ve zihinsel dünyasını dönüştürmekte aynı başarıyı gösteremedi. Sonuç olarak yönetenler değişti fakat yönetme tarzı —bürokratik merkezîliği, sadakat ilişkilerini ve devlet-odaklı güç dağılımını koruyan zihniyet— büyük ölçüde aynı kaldı. Yeni elitin gücü siyasal iktidarın sürekliliğine bağımlı hâle geldi. 

Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında yönetici sınıfın hiçbir zaman tam anlamıyla homojen bir görünüm arz etmediğini görmekteyiz. Elitler değişmiş gibi görünse de her yeni güç odağı eski yapının gölgeleriyle iç içe varlığını sürdürdü. Bu nedenle ülkenin siyasal ve toplumsal rotası çoğu zaman kesintisiz bir belirsizlik hattında seyretti. Bugün yaşanan sıkıntılar da bu tarihsel mirastan bağımsız değildir. Bugün de sonuç olarak ortaya ne tam olarak yenilenebilen ne de istikrar kazanan, geçirgen ve kararsız bir elit yapısı çıktı. Günümüz krizleri işte bu bulanıklığın günümüze uzanan en görünür yansımalarıdır: Devlet değişti, kadrolar değişti fakat elitin net bir forma kavuşamayan, sürekli salınan yapısı değişmedi.