Faşizmde Devlet Telakkisi ve Sağdan Bir Tenkit

Faşizmde Devlet Telakkisi ve Sağdan Bir Tenkit

Ahmed Hamza Ayrancı

Sayı 1

25 Eylül 2025

Gabriele D’Annunzio, 1918’de İtalya’nın savaş sonrası hâkim atmosferini tek bir sözle özetledi. “Vittoria mutilata”, yani sakatlanmış zafer. Bu ifade, şairane bir slogan olmanın ötesinde, iki savaş arası kuşağın hayal kırıklığı ve intikam hissinin sembolü haline geldi. Bu duygulardan beslenen faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İtalyan siyaset sahnesindeki merkezî yerini korudu. Ancak hezimetle sonuçlanan savaş, rejimin de sonunu getirdi. Takip eden yıllarda bu devreye dair çalışmalar hız kazandı ve faşizmin nasıl anlaşılması gerektiğine dair farklı yönelimler ortaya çıktı.

Bu çerçevede, iki temel tartışmadan söz etmek mümkündür. İlki, 1960’larda Renzo De Felice’nin ortaya koyduğu “consenso” (uzlaşma) tezi etrafında şekillenmiş ve faşizmin toplumsal dayanağını açıklamaya yönelmiştir.¹ De Felice bu dayanağı, yükselen yeni bir orta sınıfın; Mussolini’nin karizmasına, Kilise ile imzalanan Laterano Antlaşması’na, ekonomik kalkınmaya ve dış politikada -bilhassa Habeşistan’da- elde edilen diplomatik zafere gösterdiği teveccühle temellendirmiştir. Buna mukabil Paolo Alatri ve Nicola Tranfaglia gibi Marksist tarihçiler, faşizmi küçük burjuvazinin korkularından doğmuş reaksiyoner bir hareket olarak nitelendirmişlerdir. Öte yandan, faşizmin moderniteyle olan ilişkisini konu alan ikinci temel tartışma bizler açısından daha önemli görünmektedir. Burada De Felice, faşizmi solun bir ürünü olarak değerlendirmiş ve onu modernite karşıtı bir gelenekselci hareket olarak değil, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin ilerlemeci idealleriyle aynı çizgide, İtalyan modernleşmesinin bir safhası olarak konumlandırmıştır.² De Felice’nin bu yorumu sol çevrelerde sert tepkilerle karşılanmışsa da bizim açımızdan bu tartışmanın önemi, faşizmin bir çeşit modernite karşıtlığı değil, bizzat modernitenin ürettiği bir hareket olduğunu ortaya koymasındadır.

Faşizmin moderniteyle bu bağı, onu klasik sağdan ayıran temel noktayı da ortaya koyar. Bizim açımızdan klasik sağ, moderniteye karşı Karşıdevrim ruhuyla anlam kazanır. Karşıdevrim, modernitenin hiyerarşileri çözen, gelenekselliği terk eden ve toplumsal yapıyı ekonomik kaygılara indirgeyen yönelimlerine karşı klasik düzenin müdafaasıdır. Dolayısıyla modernite bu yönleriyle bizim için makbul değildir. Faşizm böyle bir zeminde doğduğu için Karşıdevrimci bir mahiyet taşımaz ve bu sebeple klasik sağ geleneğin çizgisinden ayrılır.

Buradaki muradımız, faşizmi sol ya da ekonomik liberalizm tandanslı ekonomik determinist bir çizgi yerine, klasik sağ zaviyeden ele alarak; devletin mahiyeti, toplumla ve bireyle ilişkisi üzerinden tenkit etmektir. Bu bağlamda, yazının sınırı özellikle teorik düzeyde çizilmiştir. İncelememiz, Benito Mussolini ve Giovanni Gentile tarafından kaleme alınan ve rejimin başat resmî ideolojik beyannamesi sayılan Faşizmin Doktrini metninde sunulan esaslarla sınırlıdır. Bu vesileyle, faşistlerin kendi ilkelerinden hareketle ve sağ geleneğin kavramsal birikimine yaslanarak, makul bir anlatı oluşturabilmeyi temenni ediyoruz.

Faşizmin tenkidine geçmeden önce, faşistlerin geleneksel sağ devlet telakkisi doğrultusunda hayata geçirmekte başarılı oldukları bir hususu zikretmek gerekir. Bu husus, faşist hareketin, bireyi merkeze alan ve halk iradesini siyasi hiyerarşinin zirvesine yerleştiren liberal demokrasi anlayışının devletin mutlak otoritesi fikrini zayıflatmasına karşı geliştirdiği, bireyin önceliğini reddeden cevabıdır. Faşizme göre liberal demokrasiler, ulusu bireylerin toplamına ve çoğunluğun sayısal üstünlüğüne indirgemekteydi. Oysa ulus, faşistlerin nazarında, tarihsel koşullar sonucu bir araya gelen yığınların, devletin kanatları altına girerek tek bir ortak irade ortaya koymasıyla varlık kazanabilirdi. Bu sebeple, “Otorite, nizam ve adalet” sloganı etrafında kendilerini takdim eden faşistler, liberal-demokrat cumhuriyetçiliğe alternatif bir yöneliş iddiası kurgularken, minimal devlet anlayışına açık bir tezatla devleti topluma yön veren aslî irade olarak ortaya koydular.

Ne var ki faşizmin kendi döneminin idari ve siyasal normu hâline gelen liberal demokrasi ilkelerine yönelttiği eleştiri, asla modernizmin kendisine alternatif olacak bir tasavvur ortaya koyamadı. Böylelikle faşizm, modernitenin liberal demokrasi dışında kalan unsurlarının tahakkümünden kurtulamayarak, belki de Mussolini ve ricalinin militan ateizminin de etkisiyle, hem devleti aşkın bir otoriteye dayandırmayı tercih etmedi hem de devleti her şeyi kendinde toplayan ve başka hiçbir ilkeye yer bırakmayan totaliter bir yapı olarak kuramlaştırdı.

Faşizmin Doktrini devleti şu ilkelerle tanımlar, “Faşist devlet tasavvuru her şeyi kuşatıcıdır; onun dışında hiçbir insanî ya da manevî değer var olamaz, hatta kıymetsizdir.”³ Yine aynı metinde devletin yalnızca düzenin ve adaletin sağlayıcısı değil, aynı zamanda “ruhun ruhu”⁴ olduğu belirtilir. Bu ilkeler, devletin tüm değerlerin kaynağı hâline getirildiğini ve insanın maneviyatına dahi taalluk eden bir varlık olarak yüceltildiğini gösterir. Oysa geleneksel sağ açısından devletin toplumdaki merkezi pozisyonu, bu ölçüde kuşatıcı bir tasarruftan değil, kendisini aşan ilahi bir kaynaktan edindiği meşruiyetten doğar. Julius Evola’nın Walter Heinrich’ten alıntıladığı ifadeyle,⁵ hakikî devlet omnia potens (kādir-i mutlak) olabilir ama omnia faciens (fâil-i küll) değildir. Buradaki ayrım, devletin kudretinin derecesi değil, hangi sahalarda varlık göstereceğinin tayin edilmesi bakımından önemlidir. Faşist tasavvurda ise bu ayrım ihmal edilmiş ve devletin kādir-i mutlaklığı yerini, her alana hükmetmeyi amaçlayan bir faillik iddiasına (omnia faciens) bırakmıştır. Elbette devlet, nihai hükmün ve üstün kararın merciidir, gerektiğinde mutlak kudretini icra eder fakat her şeyi bizzat yapmak ve her alana müdahale etmek onun tabiatına aykırıdır. Geleneksel tahayyülde merkezi idare, otoritesini hatırı sayılır bir güç kullanmadan tesis eder ve farklı unsurlar, devletin doğal itibarından kaynaklanan tabii bir çekimle etrafında toplanırlar. “Omnia potens” kavramı da işte böyle bir idare biçimini niteler. Bundan farklı olarak faşist öğreti, ilahi olanı devletin zatıyla ikame ederek metafizik alanı siyasetin hükümranlığına terk etmiştir. Bunun sonucunda metafizik alan, hiçbir ilahi otoriteye yer bırakmaksızın, faşistlerin arzu ettiklerinde kendi soyutlamalarıyla doldurdukları, arzu etmediklerinde ise elini eteklerini çekip kaderine terk ettikleri bir nevi “terra nullius” hâline gelmiştir.

Totaliter yaklaşım, sosyal ve siyasî kurumlar mercek altına alındığında kendini yeniden gösterir. Faşist Doktrin’de açıkça, “Devlet dışında hiçbir grup (siyasi partiler, kültürel dernekler, ekonomik birlikler, sosyal sınıflar) olamaz”⁶ ilkesi ifade edilir. Bu yaklaşım doktrin metninin ilerleyen bölümlerinde -devlet ekseninden sapmadığı sürece belirli kurumlara alan tanındığı iddiası sürse de- toplumun hemen bütün ara müesseselerini, makul hiyerarşik toplumsal katmanlarını göz ardı ederek ortadan kaldırmayı öngörür. Birey yığınlarının devletle kurumsal bir aracı ve filtre olmaksızın mutlak bir teslimiyetle kurduğu doğrudan ilişki, Stalin döneminin materyalist kolektivizmini hatırlatır. Hâlbuki bizce sağ geleneğin devlet telakkisi, ara kurumları yaşatan organik bir düzen öngörür. Böyle bir düzende farklılık ve sapmalar ortadan kaldırılmaz, bilakis kısmi özerklikler tanınır ve bunlar daha yüksek bir bütünlüğe tabi kılınır. Böylelikle devlet, çeşitli unsurları tabii seyrinde koordine edebilme faziletinden mahrum kalmaz. 

Birey söz konusu olduğunda Faşist Doktrin’in hükmü açıktır, “Bireycilik karşıtı olan Faşist yaşam görüşü, devletin önemini vurgular ve bireyi ancak devletin çıkarlarıyla uyumu olduğu ölçüde kabul eder.” ⁷ Oysa sağ düşüncede birey ne liberal atomist bireyciliğin kaybolmuş insanıdır ne de devletin mutlak kuludur, onun değeri ait olduğu cemiyet ve gelenek içinde köklenir ve hiyerarşilerin zirvesinde yer alan ilahi kaynağa değin uzanır. Bu anlamda ideal bir sağ projenin hayata geçirilebildiği bir düzende bireyin eriştiği konum, yalnızca başkalarının müdahalesinden kurtuluşu değil, daha yüksek bir düzene katılarak kişiliğini gerçekleştirme fırsatını içerir. Organik düzen, bireyi devlete kurban eden değil, onun aidiyetlerini koruyan ve regüle eden bir düzendir. Faşizm ise bu noktada ne liberal bireyciliğin boşluğunu doldurabilmiş ne de sağ geleneğin hiyerarşik ama dengeli “birey, toplum ve devlet” sırasıyla ilerleyen ilişkiler ağını yeniden üretebilmiştir.

Sonuçta faşizm, devleti merkeze alarak liberal düzenin egemenlik anlayışına itiraz etmiş fakat makul bir devlet tasarısı ortaya koyamamıştır. Devletin fiilî yetki alanının ölçüsüz biçimde genişletilmesi, toplumun organik yapısını temin eden kurumların tasfiyesi ve bireyin devlete mutlak tabiiyeti, faşizmi moderniteye gerçek bir alternatif olmaktan uzaklaştıran üç unsurdur. Açıkça, hareket zaman içinde Karşıdevrimci refleksini yitirmiş, sağ geleneğin kadim kavrayışını yeniden keşfedememiştir. Faşizmin sağdan eleştirisine bir girizgâh niteliğinde kurgulanan bu mütevazı çalışma, bu nedenle yalnız tarihe dönük bir muhasebe değildir, aynı zamanda modern siyasal projeler için de can alıcı bir noktayı ele alır. Devletin öncüllüğü, ancak doğasının tanımlanması ve meşru hudutlarının idrakiyle mümkün olabilir.


¹ Bkz. Renzo De Felice, Mussolini il duce. Gli anni del consenso, 1929–1936 (Torino: Einaudi, 1974)

² Renzo De Felice, Interpretations of Fascism, trans. Brenda Huff Everett (Ann Arbor, Mich: UMI, 1977), ix.

³ Benito Mussolini and Giovanni Gentile, Fascism Doctrine and Institutions (Rome: Ardita, 1935), 11. Metin resmen Mussolini’nin imzasını taşısa da yazı boyunca alıntıların yapıldığı kısımlar Gentile tarafından kaleme alınmıştır.

⁴ Ibid., 13.

⁵ Julius Evola, E. Christian Kopff, and John B. Morgan, Fascism Viewed from the Right (London: Arktos Media Ltd, 2013), 32.

⁶  Benito Mussolini and Giovanni Gentile, Fascism Doctrine and Institutions (Rome: Ardita, 1935), 11.

⁷  Ibid., 10.