Savaş Bitti (mi?)

Savaş Bitti (mi?)

Serhat Çetin

Sayı 1

25 Eylül 2025

1960’larda Amerika’da sosyalist dalgadan esinlenen insan bilimleri içinde anti-psikiyatri akımı ortaya çıktı. Bu akımın temel itirazı, psikiyatrinin bireyleri tedavi etmeyi amaçlamaktan çok, hastalıkların kökeninde yatan toplumsal sorunları görünmez kıldığı yönündeydi. Örneğin, karnında atom bombası olduğunu söyleyerek kliniğe gelen bir hastanın tedavi edilmesi yerine, toplumun kolektif belleğinde yer eden atom bombası ve üçüncü dünya savaşı korkusunun anlaşılması gerektiği savunuluyordu. Bu toplumcu yaklaşımın geçmişte ekonomiden edebiyata, biyolojiden diğer alanlara kadar farklı disiplinlerde izlerine rastlamak, içine doğduğumuz dünyanın verili koşullarını ne ölçüde sorgulamamız gerektiğini bize hatırlatıyor.

Verili şartlar dediğimiz şey, çoğunlukla toplumların geçmişten devraldığı mirasla yeni düşüncelerin yarattığı sarsıntıların çarpışma noktasında belirir. Bu karşılaşmada bireyler ve toplumlar, kimi zaman uzlaşma yolları arar, kimi zamansa direnç gösterir; ancak çoğunlukla refleksif ve tepkisel tavırlar ağır basar. Mesela Türk toplumu olarak son yıllarda, özellikle de Kurban Bayramı’nda, veganlık düşüncesiyle yüzleşiyoruz. Bu yüzleşmede çoğu zaman meseleyi ya alaya alıyor ya da kurbanın toplumsal faydalarını öne çıkararak tartışmayı ahlaki bir zeminden uzaklaştırıp pragmatik bir düzleme çekiyoruz. Böylece sorun, köklü bir sorgulamaya uğramadan yalnızca geçici pansumanlarla öteleniyor. Oysa asıl ihtiyaç, tartışmayı yüzeydeki belirtilerden değil, derindeki aksiyomlardan başlatmaktır. Çünkü klasik varlık hiyerarşisinin –insanın hayvan, hayvanın bitki üzerinde konumlandırıldığı o kadim anlayışın– damarlarına kadar işlemiş olduğu bir toplumda veganlık meselesinin zaten gündeme gelebilmesi mümkün değildir.

Bütün bu örnekler bize şunu gösteriyor: Sorunlar karşısında çoğu zaman savunmaya çekiliyor, açıklama yapıyor, mazur gösteriyor ve geçici çözümlerle oyalanıyoruz. Daha da çarpıcı olan, Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi “Efendisinin ilaçlarını kendi faydasına kullanacağını uman bir uşağın saflığıyla” kendi kendimizi hasta etmemizdir.

Bugün, 21. yüzyıl özelinde, ilacı neredeyse tartışmasız şekilde kesin olarak belirlenmiş, savaşsız görünen tek saha iktisat alanıdır. Çünkü şairin dediği gibi: “Savaş bitmiş, bizler nöbette unutulmuşuz.” Burada cephe açma niyetiyle ilaçlarımızı reddediyor, düşmanımızla göğüs göğüse çarpışmak istiyoruz.

Nitekim yedisinden yetmişe herkes, bugün adına “piyasa” denilen, kızdırılmaması gereken, kendi kuralları ve kulları olan bir Tanrı’ya iman etmektedir. Merkez bankalarının aldığı kararlar karşısında verilen “pozitif” ya da “negatif” tepkiler, bereketin ve yaşamın devamı için kurban isteyen eski pagan tanrıları Marduk ve İştar’ın ritüellerini hatırlatır. Modern dünyanın tapınağı artık borsa salonları, duaları ise fiyat grafikleri olmuştur. Bu durum bize, klasik varlık hiyerarşisinin yerinden edilmesinin, bilimler hiyerarşisini de kökten dönüştürdüğünü hatırlatır.

Modernitenin özellikle Avrupa’da yerleşmeye başladığı 18. ve 19. Yüzyıla dek, neredeyse tüm dünyada geçerli olan kamu hiyerarşisinde tüccarlar ,aristokratlar ve ruhbanların çok çok altında yer alıyorlardı.Oysa bugün iktisadın toplumsal yaşamın asli unsuru  haline gelmesi öylesine doğal sayılıyor ki, geçmiş de bugünkü gözle yeniden kuruluyor. Oysa Atina’da Agora yalnızca bir “pazar” değil, içtimai hayatın bütün damarlarının kesiştiği bir mekândı. Zigguratlar da sadece hububat depoları değil, Tanrılarla kulların arz üzerinde buluştuğu yerlerdi; rahipler ise o buluşmanın ev sahipleriydi. Tarafımızdan bu yapılara salt “Pazar yeri” ya da “tahıl ambarı” olarak bakılması, bütünüyle bugünkü ekonomik bakışın geçmişe yansıtılmasından ibarettir.

İnsanlığın başından beri varolan “artık değer”, “din”, “toplum sözleşmesi”, “toplumun kökeni”, “Ekonomi” ve “İş bölümü” kavramları; 18. Yüzyıldan itibaren  Rousseau, Voltaire  Smith ve Ricardo gibi aydınlanma düşünürlerinin ellerinde tekrardan şekillendi. Bugün bu kavrayışların büyük ölçüde ana çıkış noktaları korunarak “a priori” kabul edildiğini görüyoruz. Oysa antropolojinin önümüze serdiği bulgular, hayatımızdaki temel kavramların zihnimizde yerleşme biçiminin hiç de bu düşünürlerin öngördüğü gibi olmadığını gösteriyor. Başka bir deyişle, bizler düşüncelerimizin aksiyomlarını hâlâ Aydınlanma’dan miras kalan bir zeminden inşa ediyoruz; fakat elimizdeki veriler, o zeminin sanıldığı kadar sağlam olmadığını fısıldıyor. Antropoloji bize borcun çoğu zaman geri ödenmekten çok, insanlar arasında ilişkiyi ve bağı sürdürmenin bir aracı olduğunu gösteriyor; örneğin hediyeleşme ya da akrabalık bağlarında olduğu gibi. Din ise tarihsel olarak artık değeri bölüştürmekten ziyade toplumsal eylemlere meşruiyet kazandırma işlevi gördü. Bugün ise borç mutlak bir ahlaki yükümlülük, din ise daha çok pragmatik bir araç olarak algılanıyor.

İçinde yaşadığımız dünya çatırdamakta, verili şartlar gözümüzün önünde değişmektedir. Bugün iktisat, yalnızca siyasetten doğmuş bir disiplin olmaktan çıkmış, onu ve beraberinde ahlakı da yutarak kendi teolojisini kurmuştur. Artık iktisat, Tanrı’nın yerini işgal eden bir kudret gibi, kendi kutsal metinlerini, peygamberlerini ve dogmalarını üretmiştir. Bu ahlak sisteminde hırsızlık artık ahlaki bir mesele değil, ekonomik bir sorun olarak görülür; çünkü verimliliği düşürür, bunun için polis gücü gerekir ve bu da işlem maliyetlerini artırır. Devlet ise piyasanın “doğal” düzenine müdahale ettiği için Newtonyen evrende “şeytan” ilan edilir.

Son elli yılda ekonominin politikadan arındırılmasıyla iktisat, ilerlemeyi engelleyen “çıpasından” sıyrılmış ve 1969’da artık bir “bilim” sayıldığı için Nobel ödülleriyle taçlandırılmıştır. Bu dönemde disiplin, politik ve ahlaki tartışmaları geride bırakarak bütünüyle matematiksel modellere yaslanmış; ilerleyen süreçte ise fiktif ekonomi reel ekonominin önüne geçmiş, emek ve doğa ise sayısal göstergelerin gölgesinde silikleşmiştir.

Sonuçta, iktisat  artık yalnızca ekonomik alanı değil, toplumsal yaşamın bütününü kuşatan bir çerçeve inşa etmekte; bu çerçeve ise çoğu zaman sorgulanmaksızın  doğal ve kaçınılmaz bir gerçeklik olarak kabul edilmektedir. Yeni bir yol açılabilmesi için yalnızca politik ya da kültürel değil, aynı zamanda iktisadi düşüncenin de yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Mevcut yapının bizi sürüklediği çıkmazı anlamanın ilk adımı, onun tarihsel köklerini ve kurduğu sahte meşruiyetleri fark etmektir. Ancak bu şekilde hem topluma hem insana daha adil bir yön tayin edilebilir.