Âşıkāneliğin Kaybına Dair

Âşıkāneliğin Kaybına Dair

Ahmed Müştekî

Sayı 1

25 Eylül 2025

İfsadın öyle mertebelerini yaşıyoruz ki, pek çok bozuk mefhumu yalnız şimdiki hâle nispetle daha iyi olduğu için müdafaa ediyoruz. Hâlbuki modernlik asıllar ve umdelerden kopmak demek olduğundan, ihtiyarlamış olsa da her modern mefhum asılsız ve prensipsizdir. 

En mühim ifsat hangi sahada olmuştur? Buna herkes kendi penceresinden kifayetsiz bir cevap verecektir. Elbette bu pek küçük metinde böyle bir suali cevaplamak iddiasında değilim. Fakat kendi köşemden, ehemmiyetinin asla dile getirilmediğini zannettiğim bir felâkete işaret etmeye niyetliyim. Diyeceğim şudur: Âşıkāneliğin ifade imkânları Modernlikle birlikte tek tek yok edilmiştir. Ve bu, neticeleri itibariyle o denli büyük bir vakadır ki insanı doğrudan mahvetmektedir. 

İnsanın en mühim bir kabiliyeti hayran olmaktır, şimdilerde bu cevheri elli altmış sene evvelki kıssacılara ve kıssalara meftun olmakla zayi edenlere fazlaca rastlamaktayız. Büyük arif Réné Guenon, muhtelif eserlerinde Modernitenin en az rasyonalizm kadar santimantalizm (hisçilik) ile de tezahür ettiğini izah etmiştir. Biz, Oryantalistlerin hissî olanı Şark’a atfetmesini maalesef kabullendiğimiz için, aşina ifadelerini Şark An’anelerinde bulduğumuz “manevî olan” ile hissî olanı birbirine karıştırıyoruz. Hâlbuki his tek başına manevi bir şey ifade edemez. Her şey ancak ulvî prensiplere dayanmakla mana ve maneviyat kazanır. İster rasyonalizmi tenkit etmek için ister başka bir sebeple güdülsün, hisçilik davası hakikî bir zeminde yükselmez. İnsan adedince histen söz edebileceğimiz için, hisleri bir ulvî prensibe tâbi olmadan ifade etmenin meşrulaşması “delilikle” neticelenmektedir.

Modern olmayan dünyalarda, meselâ İslam An’anesinin tüm müesseseleri ile işlediği şartlarda, bir kimsenin hissettikleri tek başına manalı kabul edilemezdi. Zaten Modern ferdin inşasına kadar insanların elinde anlık hissiyatları tasvir edecek malzemenin pek bulunmadığını söylemeliyiz. Bir his aynı bir fikir gibi, ancak üst bir prensibe bağlanarak meşrulaşmaktaydı. Bugün fikirlerin ifade edilmesinin rasyonellik “prensibi” ile meşrulaştırılmasının bile sonuna gelmiş bulunuyoruz. Hislerse sadece bir varlık tarafından (Artık bir insan tarafından diyemiyoruz.) hissedildiği için ifade edilmeye lâyık görülüyorlar. Modern olmayan bir cemiyette hisler ancak “ilâhî olanı” temsil eden biçimlere büründüklerinde meşru bir şekilde ifade edilmiş olurdu. Elbette insan için yemek içmek gibi mecburî ve tamamen beşerî olup hiçbir şekilde kayıt altına alınmaya ve nakledilmeye lâyık bulunmayan anlık ifadeler bu metni ve müellifini alâkadar etmiyor. Burada bir sanat eserine yahut en azından ciddî bir metne dahil edilebilecek hislerden bahsediyoruz. 

Meseleyi sanat merkezli ele alırsak daha anlaşılır olacak, bu yüzden sanatın biçimlerinden ne kastettiğimi ve kadim sanatlarla alâkalı bir hususu berraklığa kavuşturmak hayatîdir. Sanatın biçimleriyle muhtelif sanat eserlerinin meydana getirildiği, An’anelerdeki yerleşik formları kastediyorum. Meselâ bir şiiri gazel formunda söylemek, An’anenin icap ettirdiği bir şeydi. Tabii ki bir sanat biçimi zaman içerisinde farklılıklar kazanabilir, fakat modernlerin anlamadığı “şekle bağlılık” tüm kadim sanatkârlar için bir hakikattir. Ve daha da mühim olanı, bir formun ortaya çıktığı zamandan beri (Ki esasında kadim sanatların pek çoğunda bu zamanı tayin etmek imkansızdır.) bir miktar farklılaşması, kadim insanı -modern insanın aksine- formları gelip geçici ve tâlî şeyler olarak tasavvur etmeye sevk etmemiştir. Kadim sanatların tarihini tetkik edenler göreceklerdir ki, formlar “yerleştikten” sonra sanatın neredeyse aslî unsuru olmuşlardır. Bunun sebebi, kadim sanatlarda şeklin bir beden gibi kabul görmesidir, nasıl bir rûh bedenle “birleşiyorsa” sanatkârın elinden çıkan eser de bir şekle bürünmelidir. Aslında suret manadan hiçbir şekilde ayrı değildir, mana “varlığın daha üst bir merhalesindedir” ve “daha alt bir varlık merhalesindeki” şekle bürünerek tezahür etmiş olur. Üstüne tüm varlıklar en yüce olanın iradesiyle meydana geldiklerinden, her şey en yüce varlığın tezahürü kabul edilir. Bu yüzden tabiattaki güzelliklerin Tanrı’nın güzelliğini temsil etmesi gibi, kadim sanatkârın sanatında da Tanrı’nın güzelliği bir çiçeğin açması gibi tecelli eder. Tecelli nasıl tabiatta belirli şekiller üzerindeyse, kadim sanatlarda da böyledir. Bu yüzden sabit formları olmayan bir sanat düşünülemez. Bu bizi açıklamak istediğim diğer noktaya getiriyor, kadim sanatkâr Modern sanatkâr gibi hislerini ifade etmek kastıyla sanat yapmaz. O, kendini hünerinde yok ederek sanatın kemâline ermeye çalışır; başarılı olduğu miktarda da ilahî olan onun eserinde tecelli etmiş olur. Yani aslında modernitenin “sanatını” var eden şahsîlik, sürreallik, doğrudan süflî bir varlığı taklit gibi ulvî temellerden kopuk şeylerden arınmak kadim sanatkârı olgunlaştırır. Yerleşik formların ve üslupların mevcudiyeti, kadim sanatkâra hünerini göstereceği imkânları bahşeder. 

Tüm bunlardan neden bahsettim? Bunların âşıkānelikle alâkası nedir? Esasen her varlığın ilahî olanı temsil eden bir remiz olması çok genişçe ele alınması gereken bir meseledir. Fakat en azından bu mukaddime olmadan neyin yitirildiğini anlamak imkânsız olurdu. Âşıkāneliğin hayatın her sahasında ortadan kaybolması, sanat biçimlerinin terk edilmesiyle birlikte olmuştur ve bu katiyen tesadüf değildir. 

Artık insanların daha az hisli olduğunu, eski hislerin daha derin olduğunu hepimiz duyuyor ve biliyoruz. Nostalji ithamıyla fıtratın bu tenkidini görmezden gelenler olsa da yaşadığımız devir bunu hissetmeye çok münasiptir. Biz sadece sevmek sâikiyle yazılan ve “klasikleşen” son eserlerin tanındığı son yılları yaşıyoruz. (Herhangi bir eserin artık klasikleşemeyeceği de üzerinde düşünmeye değer ve kuvvetli bir iddiadır.) Bugünün her yüceliği reddeden, hiçbir zemini kayganlıktan vareste bulmayan insanı; tüm inadına rağmen kalpsizliğin pençesinde kıvranmakta olduğunu anlamaktadır. Bazıları hamlıklarından ötürü her devrin aynı olduğunu ve bu şartların da bir insana yeteceğini söyleyecekler, bu kimseler hâlâ kadim güzelliklerin kırıntılarına sahip olduğumuz için talihliler. Peki kalbi bu kadarıyla yetinemeyip mevcut kalpsizliğe razı gelmeyen ekseriyet ne yapmalı? Gerçi onların pek çoğunun da ne yaptığı ortadadır: Modernitenin müfredatından meşk ettikleri, beyni kalbine galip gelmiş görünen hırslı mahlukun suretine biraz daha bürünmeye çalışmaktalar. Böyle yaparak cemiyette bir yer bulduğunu zanneden zavallıya bakınız, hislerinin ne olduğunu bile bilmeden ızdırap çekmektedir. Dahası, ızdırap çekmemek pahasına hiçbir şey hissetmemeyi kabul etmektedir. Tabiatındaki yegâne cevheri insan suretindeki canavarların uydurmaları için mahvetmektedir.

Değişen nedir? Eskiler tüm âşıkāneliğin merkezine “kendinden vazgeçmeyi” koyuyorlardı. Fuzûlî Hazretlerinin şu veciz beytinde bu özün en sahici bir ifadesini buluyoruz:

Âşık oldur kim kılar cânın fedâ cânânına

Meyl-i cânân etmesin her kim ki kıymaz cânına

Bütün An’anelerdeki büyük âşıkların hikâyelerinde bu özü buluruz. Bir hareketi âşıkane kılan şey her kültürde, sevilen kimse için sevenin kendinden vazgeçmesidir. Âşıklık can vermekle kemâle ermektedir, âşıkānelik ise benlikten verilen her türlü tavize işaret eder. Tüm kültürlerin kâmil insan numuneleri olan meşhur âşıklar, kendinden geçmek faziletinde tüm faziletleri bir araya getirirler. Aslında her fazilet onların fiillerinden öğrenilebilir. Meselâ bir babanın ailesine karşı fedakârlığı canını sevgilisi için veren bir âşığın faziletine benzemekle yücelir. Bu yüzden âşıkāneliğin cemiyetten çekilmesinin her türlü fazileti yok ederek rezaletleri hâkim kılacağını söylüyorum. Elbette rezalet beşeriyetin kurtulamayacağı bir yüktür ve her cemiyette var olacaktır. Fakat göz önünde olanın, anlatılmaya lâyık bulunanın, bir insanı büyük kıldığı düşünülenin rezaletlerden uzak olması cemiyete doğan herkes için bir rehberliktir. 

Kadim sanat formlarına savaş açıldığında, sanat yoluyla nakledilen âşıkāne üsluba da savaş açılmış oldu. Bunu sanatların en peygamberâne olanı, yani şiir üzerinde en iyi şekilde görürüz. Zaten umumiyetle şiirdeki farklılıklar diğer sanatlara bakışa tesir etmiştir. Bizim şiirimize bakalım, evvelâ Modern siyasetin mefhumları şiire dahil olmuştur. Bu, modern mefhumları eski şairlerin her türlü şahsîlikten arınarak yücelmiş sevgililerinin ve hükümdarların katına çıkarmak demekti. (Bugün şuur altındaki rastgele unsurlar şiiri kuşattığı için bu farklılığın ehemmiyetini idrak etmek zor olabilir.) Fakat şiir epey uzun bir süre âşıkāne temayülleri taşımaya devam etmiştir. Modernitenin ilk darbelerinden sonra, evvelâ hâkim üslubun terki ve yenilikler tecrübe etmek derdine düşüldü. Gazel, kaside gibi formlar terk edilmeye başlandı fakat bu formların ve dolayısıyla şiirin yapıtaşı olan mısra, vezin ve kafiye hemen terk edilmedi. Yine de bu şeklî “malzemelerin” ortaya çıkaracağı vücudu inşa etmek şairin insafına kaldı. Tam da bu merhalede sevgililer gökten yere indirildi, şahsî aşk hikâyeleri ve bir şahsa has beşerî hususiyetleri öne çıkan maşuklar âşıkāne şiirlerin mevzuu oldu. Yani şiirin şeklini inşa etmek de sevgilinin hususiyetlerini inşa etmek de modernleşen sanatkârın keyfine tabi kılındı. İşte bu devasa bir kırılmadır. Çünkü bir değerler külliyatının insana kalbin yöneleceği nesneyi göstermesi imkansızlaştı. Böylece sevilmeye lâyık olanın kim olduğu sualine herkes kendi benliğince cevap verecekti. Bu şaşkınlığı pek iyi sezen Ahmet Hâşim, kadim şairlerin ve ilk modern Türk şairlerinin maşukaları hakkında şöyle demiştir: “Eskilerin maşukaları Laure ve Beatrice tarzında levent ve şahane mahluklardı. O maşukaları Şinasi’den sonraki şiirin maşukalarına kıyas ediniz, bu kıyastan ruhlarımız utanır.” Fakat yine Hâşim gibiler eliyle şiir tamamen şahsileşmiş ve modern sanatın samimi takipçileri için âşıkāne ifade imkânları gitgide yok olmuştur. Vezin ve kafiyenin, yani formun diğer unsurlarının tümüyle terk edildiği merhalede de âşıkāne saiklerle bir şeyler yazılmıştır; ne var ki bu biçimsiz “eserler” birkaç cilt hacme ulaşınca bunların benzerlerini yazmak cazibesini yitirmiştir. Aşktan alenen bahsetmenin şairânelik sayılan hususiyetlerle bağı böylece kopmuştur. Burada modern sanatın kendi içinde bir derecelendirmeye tabi tutulamayacağını kastetmiyorum, elbette ortada muhtelif teorik tartışmaların da neticesi olan zeminler vardır. Ama işin bu veçhesiyle alakadar olan pek az kişi şahsî tevillerin omzunda yükselen bir sahada, hakikaten kaygan bir zeminde hâkimiyet iddia ettiklerini bilsinler. Her insan eseri gibi, modern sanat eserleri de insaniyet ve hüner nişaneleri barındırabilir. Âşıkānelikten söz etmek istediğimizdeyse bu kâfi gelmeyecektir.

Bugün cemiyet, modern de olsa bir aşk şiirini, birine duyulan muhabbet için telif edilmiş bir eseri vücuda getirmekten mahrumdur. Sevilmeye lâyık insanlar her zaman vardır, fakat sevilmeye lâyık insanlara benzemek bugün cemiyetin dışına itilme sebebi hâline gelmiştir; onları sevmek de öyle. İşte en büyük bir insaniyet krizi! Âşıkānelikte kemâlini bulan tüm “işlenmiş hisler” ve hissî faziletler cemiyetin damarlarından çekilmektedir. Oturup kalkışımızdan dinî tasavvurlarımıza kadar her şey bundan nasibini almaktadır. Ulvî olanın rehberliğinde incelmeyen ruhlar, hiçbir zevk edinemezler. Niceliğin hükümranlığında yaşıyoruz, parmakla yahut makinelerle sayılamayacak her şey sırlanıyor. Her iş nicelik peşinde yapılmaya devam ettikçe, insanlara bu çarkın dışına çıkma fırsatı verilmedikçe insaniyet mahvolur. Âşıkāne bir mısra doğuramayan cemiyet, refaha erdiğini sansa da felaha ermeyecektir.

Düşünün ki her şeyin metalaştığı şu kurtlar ikliminde bir yol tutturdunuz, maddî kaygılardan azade olmuş ve aşinaları arasında takdir gören bir “uslu çocuk” olmaya “hak” kazandınız, entelektüel meraklarınızı da tatmin ediyorsunuz. Fıtrî cemiyetlerde yaşayan insanların en tabii hasletlerinden olan sevmek ve sevilmeyi hakkıyla tadamayacaksınız (Leşe kanaat etmekle övünmemek gerektiğini hatırlatırım.), ömrünü âşıkāneliğe adamış bir insanla karşılaşmadan ömrünüzü tüketeceksiniz, gönlünün hakkını veren kimse olmadığı için en basit fedakârlıkların yok oluşunu seyredeceksiniz. Hanımlar, hayatın sahte basamaklarını katetmenin şartı sayılmadığı için ruhu incelmiş bir adam göremeyecek fakat adam taslaklarına kanaat etmeyi öğreneceksiniz. Baylar, suretin güzelliğin sadece bir cüzü olduğunu öğrenemeden kadınları elde edilen yahut elden kaçırılan varlıklar zannedecek, hiçbir sevgiye lâyık olamayacak, güzelliğin adını kirletmek pahasına güzel addedilen kadınları arayacaksınız. Bunları mübalağalı ve fazla hisli sözler mi sanıyorsunuz? Cemiyette şikâyet ettiğiniz her şeyin ardına bakınız. Göreceksiniz ki değerler hiyerarşisinin kaybıyla başlayan hikâye, nihayet sizi bugünün sahteliklerine esir ediyor ve ulvî olan her şeyi nasıl seveceğimizi unutmamızı resmetmekten başka bir şey yapmıyor.