Birey Yanılgısı

Birey Yanılgısı

İbrahim Faruk Ceylan

Sayı 1

25 Eylül 2025

Modern birey tasavvuru, çağımızın en büyük yanılgısıdır. Bu tasavvur ve doğurduğu sonuçlar şu anda içerisinde bulunduğumuz çok boyutlu varoluşsal krizin sebebidir. Yazımda bu problemli tasavvuru üç cihetten eleştireceğim: (1) Modern birey tasavvuru yanlış kabuller üzerine inşa edilmiştir. (2) Birey toplumsallıktan soyutlanamaz bir parçadır. (3) Atomik toplum anlayışı hatalı olduğundan benimsenmesi toplumsal yıkıma sebep olur. Bu üç savımın akabinde toplumu ve dünyayı anlamakta iktisadın sosyal ilişkilere ikincil olduğunu savunacağım.

Önce benlik ve bireyden bahsederek başlayalım. Her birey, bir zihnî mekânda yaşar. İçinde bulunduğu bağlam ile sınırları belirlenen bu zihnî mekânda düşünceleri ve kabulleri ortaya çıkar. Doğduğu aile ve sosyal çevre içerisinde her birey kendisini bu referanslara göre kendi zihninde konumlandırır. Yaşamaya devam ettiği sürece birey dışarıdan elde ettiği bilgi ve tecrübeleri zihnine taşıyarak zihnî mekanını inşa eder. Yani birey, etrafından bulduklarıyla kendi zihnini inşa eder. Modern dünyanın belki de en büyük mahareti, insanı bu dışa bağımlılığından kurtulabileceğine ikna etmesidir.

Modern anlayış içerisinde her türlü düşünceyi ikiye ayırmak mümkündür: içerisinde bulunduğu bağlam dolayısıyla ve kısıtlamaları içerisinde ortaya çıkan dogmatik ve öznel, modern öncesi düşünce; bunun karşısında eleştirel, bilimsel ve bağlamdan bağımsız, dolayısıyla objektif düşünce. Hâlbuki iki türlü düşünenler de aynı türden insanlardır. Dolayısıyla kendi zihnî mekânından, yani en kaçılmaz olan bağlamdan kaçamayan insanların düşünceleri de öznel düşüncede bulunanlarla aynı illetten muzdariplerdir. 

Bu konularda beni düşünmeye sevk eden şu örnek, mevzuyu anlamakta faydalı olacaktır. Eğer insanlar belli kabuller etrafında şekillendirilmeden özgürce düşünüyorlarsa farklı kabullere mebnî olarak farklı sonuçlar ortaya çıkar. Dolayısıyla insanlar birbirlerinden ne kadar bağımsız düşünürlerse, o kadar çeşitli sonuçlara ulaşılır. Dünyanın geri kalanına göre bilimsel ve eleştirel düşünmek konusunda en fazla mesafe katettiği kabul edilen Batı dünyasına baktığımızda pek çok noktada bu çeşitliliği görmemize rağmen birçok temel konuda neredeyse topyekûn bir toplumsal mutabakat var. Özgürlüğün en ulvî gaye olması, acının kötülüğü, evrensel eşitlik gibi konularda aykırı ses yok desek yeridir. Metafizik kabullerin olmadığı ve her fikre eleştirel yaklaşıldığı söylenen bir ortamda bu denli geniş bir mutabakat çok büyük bir tezat olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde kabul edilmelidir ki Batı dünyası da tıpkı diğer dünyalarda olduğu gibi bireylerin zihnî mekanlarında oluşmuş, bu zihnî mekanlar da içerisinde bulundukları toplumlardan aldıklarıyla, bireyler tarafından inşa edilmiştir. 

Bu örnekle izah etmeye çalıştığım üzere, hiç kimse bağlamdan ârî bir şekilde dünyaya gelmez. İnsan, vakvak ağacından değil, bir anadan yani bir aileden dünyaya gelir. Bir mekânın içerisinde varlığa kavuşur. Etrafındaki insanlarla ve mekanla kurduğu birliktelik ve muhataplık neticesinde benliği oluşur ve gelişir. Sosyal ilişkilerden hâlî kalan çocuklar benliklerini sağlıklı bir şekilde inşa edemezler. Mesela insanî ilişkilerden mahrum çocuklar hayatta kalabilirlerse zihnî gelişimleri ancak çok kısıtlı düzeyde gerçekleşebilir. Hele ki bu kopukluk belli bir yaşın üzerine kadar devam ederse geri döndürülemeyecek şekilde zihin bozuk kalır (Amerika’daki Genie adlı çocuk bu fenomene dair en açık örneklerden biridir.). Dolayısıyla bireyi ve düşüncelerini var edenin toplum ve sosyal ilişkiler olduğu söylenebilir.

Birey bu zihnî mekanları büyük oranda yetişirken inşa eder. Aileden ve etraftan gördükleriyle, yani yukarıda bahsettiğim gibi etrafından bulduklarıyla inşa eder. Halbuki modern anlatılar nasıl “bu” hale geldiğimizi anlatırken tam aksi bir hikâye kurgularlar. Hobbes, Rousseau ve benzeri pek çok düşünürde, günümüzde sosyal bilim paradigmasında insan ilk önce bir birey olarak vardır. “Doğal hâl” olarak adlandırılan bu merhaledeyken insanlar, tüm davranışlarını belirleyen temel saiklere sahiptir, bunlara göre hareket ederler. Her birey, kendisini var eden ve temel saiki olan menfaat arzusuna uyarak diğer bireylerle mücadeleye girişir. Dolayısıyla mutlak bir kaos hakimdir.  Bireyler bu kaos hâlinden çıkmak için bir sözleşmeye/anlaşmaya/hak kısıtlamasına giderek toplumsal hayatı başlatmış ve devleti yaratmışlardır. Yani birey, toplumu yaratmıştır. 

Ancak bu anlatı, metafizik bir kurgudan ibarettir. Öncelikle, menfaat arzusunun en temel saik ve doğal hâlin mutlak kaos olduğu, insanların kendi kendilerine kaldıklarında birbirleriyle varoluş mücadelesine girdikleri ve bu durumu bir sözleşmeyle kontrol aldığı gibi kabullere dair ne deneysel bir bilgi ne de tarihî bir veri vardır.

Tam da bu konuda zikredilmesi gereken gerçek bir olay vardır ki modern dimağlar için ziyadesiyle çarpıcıdır. 1965 yılında yaşları 13 ila 19 arasında değişen altı çocuk Tonga’nın başkenti Nukuʻalofa’daki bir yatılı okuldan küçük bir tekneye atlayarak kaçtılar. Hazırlıksız bir şekilde denize açılan çocuklar, gece kopan bir fırtınada yaklaşık 320 kilometre uzağa sürüklendiler. Uzakta bir ada gören çocuklar parçalanmak üzere olan tekneden atlayarak adaya doğru yüzdüler. Kıyıya varıp kendilerine geldiklerinde barınmak için ufak bir mağara kazdılar. Kuşları yakalayıp hem etlerini yediler hem de kanlarını içerek susuzluklarını giderdiler. Adanın iç kısımlarını keşfedip eskiden orada yaşamış insanlardan kalan ve vahşileşmiş tavukları yakalayarak yemeye başladılar, etraftaki bitkileri ve muzları topladılar. Ağaç kütüklerini oyarak yağmur suyu topladılar. Bu noktada iş bölümüne gittiler: İkişerli gruplar hâlinde bahçe, pişirme ve bekçilik görevlerini paylaştılar. Çocuklardan birisi odunlarla ateş yakmayı becerdi; o ateşi adada kaldıkları bir yıldan fazla süre boyunca canlı tuttular. 1966 Eylül’ünde bir balıkçı tarafından fark edildiklerinde çocuklar gayet sağlıklı, moralleri yüksek ve kendi aralarında müthiş bir uyum içerisindeydiler. Adada vücut çalıştıkları bir ağırlık sehpaları, şarkılar besteleyip söyledikleri el yapımı bir gitarları dahi vardı. 

Bu hikâye modern dimağlarda bir şeyi akıllara getirir zannediyorum: Sineklerin Tanrısı.  Kendi rahatları ve korkuları uğruna bölünerek birbirleriyle karşı karşıya gelen, en nihayetinde birbirlerini öldüren, bir adada mahsur kalmış çocukların romanı. Lakin bu iki hikâye arasında çok temel bir fark var: Tongalı çocuklar ve yaşadıkları gerçek iken Sineklerin Tanrısı bir kurgu ürünüdür. Tıpkı menfaat arzusunun en temel saik olduğu ve bundan doğan kaos kurgusu gibi.

Bu iki kurgusal kabul ile, yani insanların en temelde menfaatleri için hareket ettikleri ve toplumu böyle davranan bireylerin yarattığı kabulleriyle düşündüğümüzde şöyle bir sonuç ortaya çıkar: İnsanların menfaat arzusunu karşılamak için toplumsal yaşantının buna göre şekillenmesi gerekir. Yani materyalist davranan insanlar materyalist dünya düzenini doğurur. Bu düzende menfaatin en üst formu olan kapital yani materyal varlık her şeyin kendisi uğrunda olduğu birincil gaye haline gelir. Dolayısıyla toplumun her unsuru bu gayeye hizmet eder: bireylerin menfaatlerini gözetmesinde özgürlüğünü sağlamak ve çabaları sonucu elde ettikleri menfaatleri korumak. Velakin işaret ettiğim üzere bu kurgu gerçeğe mutabık değildir. Gerçeğe mutabık olarak oluşturulacak toplumsal düzende öncelikle bireyin varlığının sosyal ilişkilerden ortaya çıktığı kabul edilmelidir. Toplumsallığıyla var olan birey, toplumla daha yakın ve daha uyumlu oldukça benliğini şekillendirerek geliştirir. Bu toplumsal ilişkiler yumağını oluşturan bireyler iktisadî büyüme ve özgürlüktense uyum ve insanî münasebetleri değerler piramidinin tepesine yerleştirirler. Dolayısıyla iktisat ikincilleşir, sosyal ilişkiler birincil hale gelir. Bu düzenin doğru metafizik kabuller üzerine oturduğu tarihsel gerçeklik görülerek de anlaşılabilir. Varlık alemine gelen yeryüzündeki tüm topluluklar bir roller hiyerarşisi ve toplumsal uyum içerisinde varlık bulmuşlardır. Modern kırılmayı dışarda bıraktığımızda insanlık tarihi, bu hakikatin anlatıldığı bir seyre dönüşür.

Kısaca denebilir ki her toplum var ettiği bireylerin arasındaki bağlarla var olur. Mesela Durkheim buna “solidarite” der. Her toplum bu tutkalla bir arada kalır. Modern dünya ise insanları yalan kurgularına inandırarak bu tutkalı yer bitirir. Bireyselliğe ikna olmuş insanlar doğalarına aykırı hale gelerek kendilerine her şeyden ve herkesten ârî bir zihin inşa etmek isterler. Modern yaşantının her bir parçası, benimsendiğinde insanı bu yola sürükler. Mesela şehirleşme ile insan, uyaranlara haddinden fazla maruz kalır; bu yüzden sosyalleşebilme ve etrafından beslenebilme yetisini kaybetmeye başlar, sosyal ilişkiler kuramaz hale gelir.¹ Fakat her şeyden kopan insan, özgürlüğüyle değil “anomi” ile kalır. Anomi -yani normsuzluk diyebiliriz- başkalarıyla paylaşılan anlam paydasının ortadan kalkmasıyla insanın savrulmaya başlamasıdır. Böyle savrulan insan önce içine çekilmeye, sonrasında yabancılaşmaya ve son raddede bu çelişik varoluştan kaçmak için intihara yönelir. Çünkü toplumsallığından “arınan” insan, zihnini inşa ettiği yapıtaşlarından mahrum kalarak kendi varlığını mecburen yok etmeye başlar. 

Bu anlattıklarım tam da içinde yaşadığımız dünyayı tasvir eder mahiyettedir. Doğaları gereği hareket ettiğini düşünen insanlar aslında kendi varlıklarını ve zihinlerini yavaş yavaş yıkmaktadırlar. Çocukluk insanın fıtratının tam manasıyla bozulmadığı bir dönem olduğundan belli şeyler mecburen inşa edilir ancak modern seyr ü sülûkunu tamamlayan insanın zihnî mekânı bir enkazdan ibaret kalır.

Bu bozulmanın en büyük tezahürü, uğrunda gerçekleştiği iktisat sahasında olur. Sosyal ve ahlaki muhtâciyetlerden kopuk bir şekilde kurulan iktisadî muhtâciyetler insanı, tam da kurguda çözüldüğü iddia edilen o vahşî doğal hale döndürür: Tasallut, sömürü ve kin, geleneksel toplumlardaki solidarite, uyum ve hoş duyguların yerini alır. (Sosyalizmin çıkışı da buradan okunmalıdır.) Tüm bu hikâyeden anlaşılmalıdır ki iktisadî faaliyetler hiçbir şeyin kurucu unsuru değildir, yıkım dışında. Sözleşmeler insanlardan bağımsız bir şekilde tahakkuk etmez, para güven sağlamaz, piyasa ahlakı gözetmez. Toplumsal ilişkilerle oluşan insan ahlakı beslenemediğinde bozularak önce toplumsallığı sonra da bireyi yok olmaya sürükler. Sosyal ilişkileri yok olan bir toplumu ise ne iktisadî ne de başka tür bir faaliyet ayakta tutabilir. 

 ¹ Boy, J. D. (2021). ‘The Metropolis and the life of spirit’ by Georg Simmel: A new translation. Journal of Classical Sociology, 21(2), 188 – 202