Merkezin Ötesinde Osmanlı’yı Düşünmek

Merkezin Ötesinde Osmanlı’yı Düşünmek

Cihan Yılmaz Acuner

Sayı 1

25 Eylül 2025

Tarihçiler olarak tarihte kurulmuş en büyük imparatorlukların başında gelen Osmanlı İmparatorluğu tarihini -özellikle de klasik dönemin sonrasını- incelerken çoğu zaman imparatorluğun nasıl durakladığına, çöktüğüne ya da çözülme sürecine nasıl girdiğine odaklanmak eğilimindeyiz. Bu bağlam tüm tarih metodumuzu ve bakışımızı etkilemekte ve başta dönemlendirme olmak üzere tarihi anlamlandırmada kullandığımız yöntemleri şekillendirmektedir. Oysa altı asrı aşkın bir süre boyunca çeşitli dönüşümler geçirerek varlığını sürdüren ve 20. yüzyıla dek ulaşmayı başaran bu karmaşık yapının, özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda nasıl olup dağılmadığını sorgulamak; tarihsel süreklilikleri, modernleşme süreçlerini ve merkezîleşme mefhumunu anlamak bakımından çok daha verimli ve aydınlatıcı bir yaklaşım sunabilir. 

Yukarıda bahsettiğimiz durum imparatorluğun sadece son dönemlerinin tarihini yazarken değil başlangıç/kuruluş döneminden itibaren yapılan çalışmalarda da etkisini hissettirmektedir.

Ancak başta Halil İnalcık olmak üzere bu alanda çalışan hocalarımızın çalışmaları zaten daha merkezileşmemiş bir beylik olan Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerindeki bu merkez-çevre tartışmasına ışık tutmaktadır. Daha açık şekilde ifade etmek gerekirse 14. ve 15. yüzyıllarda hâlihazırda zaten merkezî olmayan Osmanlı coğrafyasındaki siyasi aktörler (ayanlar, uç beyleri, yerel hanedanlar vb.) incelendiğinde merkez-taşra ayrımını pek görmemekteyiz.

Öte yandan tarihi biraz ileri sardığımızda ve klasik sonrası (post-klasik) döneme geldiğimizde tarihi merkezden okumaya olan yatkınlığımız bizleri bu zaman aralığını yalnızca “çöküşün hikâyesi” olarak okumaya mecbur etmekte ve çoğu zaman gözümüzün önünde duran başka dinamikleri perdeleyip durmaktadır. Oysa tarihe biraz farklı bir açıdan, yani merkezden değil de çevreden bakmayı denediğimizde bambaşka bir soru tarih yazımının gündemine gelmektedir: Sarayda alınan kararlar, büyük ıslahat projeleri, padişahın ya da sadrazamın iradesi, gündelik “siyasetin imparatorluğa kazandırdıkları ve kaybettirdikleri kuşkusuz önemlidir ancak bunlar çevreye ne kadar etki etmektedir ve daha önemlisi çevre merkeze nasıl hâkim olmaktadır? Sonuç olarak imparatorluklar tarihin hiçbir zamanında sadece merkezden ibaret değildir; taşrada yaşayan milyonlarca insanın, küçük grupların ve yerel otoritelerin katkısı ve etkisi olmaksızın bu devasa yapı muhakkak yanlış veya eksik anlaşılacaktır.

Tarihçilikte taşrayı merkeze alma düşüncesine biraz daha eğildiğimizde özellikle de Osmanlı İmparatorluğu özelinde başta ayanlar olmak üzere çeşitli çıkar ve güç odaklarının merkez üzerindeki etkisinin ne derece büyük olduğunu sorgulamadan edemeyiz. Bu sebeple bu gibi dinamiklerin sadece tarihsel bağlamda değil tarih yazımı bağlamında da tartışılması yani tarihçiliğin tarihinin yapılması ve yeniden bu kişi ve oluşumlarla yüzleşilmesi gerekmektedir. Tarihin akışı içerisinde doğal bir sürecin zorlama bir sonucu olarak ortaya çıkan Osmanlı merkezîleşmesinin kutsanması, merkezîleşme karşıtı veya merkezîleşmeye direnen unsurların tamamının tarihin kötü tarafında yer almasına neden olmuştur. Buna bağlı olarak akademik tarih anlatısı/narrative bu bağlamda kurgulanmıştır.

Bu anlatıya baktığımızda merkez dışı aktörlerin (başta ayanlar olmak üzere) merkezin gözünde baş belası devleti daimî olarak engelleyen ve geri götüren çağ dışı gruplar olduklarını / bu şekilde anlatıldıklarını görmekteyiz. Ancak bu aktörlerin bir diğer yandan taşranın düzenin sağlayan, köylüyle devlet arasında aracılık yapan ve çevreyi merkeze karşı koruyan yerel aktörler olmalarını göz ardı etmemeliyiz. Benzer şekilde daha spesifik örnekler verecek olursak ayanlar, ahiler ve esnaf loncaları yalnızca birer ekonomik örgütlenmeden ibaret değillerdi; aynı zamanda toplumsal, siyasi ve sosyolojik birer yapı idiler. Merkezin ekonomik krizlerle boğuştuğu, maliyenin tökezlediği dönemlerde, bu örgütlenmeler sosyal dokuyu ayakta tutan bir tür emniyet supabı işlevi gördüğü gibi devletin organizasyon kabiliyetini kaybettiği dönemlerde sefere çıkan ordunun ikmal ve iaşelerinin tedarikinde de aktif görev almışlardır. Başka bir örnek vermek gerekirse şehirlerdeki loncalar, mahallelerdeki esnaf gelenekleri, bir yandan gündelik yaşamı düzenlerken diğer yandan da devlete dolaylı yoldan nefes aldırmışlardır.

Bütün bunları düşündüğümüzde, Osmanlı tarihini sadece merkezden okumak, tarihçilik hikayesini tek gözle incelemeye benzemektedir. Bu tek göz, bizlere bir görüntü vermektedir ancak bu görüntünün derinliği, farklı boyutları ve gerçekçiliği eksik kalmaktadır. Oysa çevresel unsurları da hesaba kattığınızda, görüntü üç boyut kazanır ve tam anlamıyla bir manzaraya dönüşür. Devletin ayakta kalmasını sağlayan şey yalnızca merkezî iradenin gücü değil; çevredeki esneklik, uyum, bazen de dirençtir. Elbette burada söylediğim şey, belgeleri, arşivleri ya da merkezî siyaseti görmezden gelmek değil. Tam tersine, onları çevrenin hikâyesiyle birlikte okumayı önermek ve bu okumayı başta çevresel güç odaklarına odaklamak hayati öneme sahiptir. Yani mesele !merkez mi, çevre mi?” gibi ikili bir tercih değildir. Asıl mesele, merkezle çevrenin nasıl birbirini şekillendirdiğini, nasıl çatışıp nasıl uzlaştığını görmektir.

Tarihyazımında bu tür bir bakış açısı, bize yeni sorular sordurabilir.Bu sorulardan en önemlisi Osmanlı’nın niçin çöktüğü değil; onca ekonomik kriz, isyan, savaş ve dış baskıya rağmen nasıl yüzyıllar boyunca ayakta kalabildiğidir. Ayanların, ahilerin, loncaların ve daha nice yerel unsurun katkılarını görmezden gelirsek, bu sorunun cevabını asla tam olarak bulamayabiliriz.