600 yıl gibi uzun bir sürede varlığını sürdürmüş Osmanlı İmparatorluğu’nun merkez–çevre yapısını tartışırken ayanların imparatorluğun dağılmasını değil, ayakta kalışını sağlayan unsurlardan biri olduğu fikrinin de makul sayılabileceğini tartışmış, bu konuda farklı bakış açılarını gündeme getirmeye çalışmıştık. Bu yazıda merkezdeki Osmanlı sultanlarının mutlak otoritesine ve iktidarına karşı bir dengeleyici unsur olarak yeniçerilerin ne denli aktif olduklarını ele alacağız. Bunu yaparken temel hedefimiz, merkezîleşmiş Osmanlı iktidarının daimî olarak idealize edilmiş yapısına ve bu itibarla anlaşılmış ve aktarılmış tarih anlatısına bir şerh düşmek ve dengeleyici unsur olmaksızın herhangi bir iktidarın varlığını sorgulamaktır.
Önceki yazıda da bir nebze ifade ettiğim gibi Osmanlı-Türk tarih yazımında merkezîleşme, gücün bir elde tutulması, iktidarın mutlak olması vb. genellikle ilerleme ve düzenin simgesi olarak yorumlanmıştır. Ancak merkezî olmayan yapıların veyahut yerel gücün veya kurumsal iç direnç noktalarının tarih boyunca nasıl bir istikrar mekanizması işlevi gördüğünü göz ardı etmemek gerekir. Buradaki istikrardan kastım esasen, bir sultanın yıllar boyu süren kesintisiz hüküm süresi değil; daha ziyade sorunların ve siyasî sıkışıklıkların yeri geldiğinde anlık karışıklıklarla çözülmesidir. Bu itibarla bakacak olursak, Osmanlı’nın uzun ömrü tam da bu dengenin, yani merkez (saray) ile paydaş kurumlar arasındaki karşılıklı sınırlamanın sonucudur. Yine buradan yola çıkarak belki de şu soru sorulabilir: Osmanlı İmparatorluğu’ndaki mevcut tüm siyasî, sosyal, ekonomik ve dinî sorunlara rağmen neden Fransız Devrimi benzeri bir ihtilal-devrim yaşanmamıştır da dolaylı ve nispeten tedricî bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır? Bu provokatif sorunun cevabını burada aramayacağız; daha ziyade dengeleyici bir unsur/sınıf olarak yeniçerileri anlamaya çalışırken bu sorunun cevabına nispeten yaklaşmaya çalışacağız.
Baki Tezcan’ın The Second Ottoman Empire adlı, son yıllarda sahasında pek tesirli eseri; Osmanlı’nın 17. yüzyıldaki değişimini bir “gerileme” olarak değil, yeni bir düzenin doğuşu olarak takdim ederken bu dönemde imparatorluğun kabuk değiştirmeye başladığını, yani adeta Osmanlı’nın ikinci kez kurulduğunu (belki üç hatta dört bile denebilir) ve sultanın otoritesinin mutlak olmaktan çıktığını belirtmektedir. Birçok askerî, klimatik ve sosyal zorunluluğun dayattığı yeni gelişmeler sonucunda para ekonomisinin genişlemesi, malikâne sisteminin ortaya çıkışı, ulemanın hukukî ağırlığı ve askerî sınıfın imparatorluk içindeki hareketliliğinin artmasıyla birlikte Osmanlı devlet yapısı, sultana ve saray çevresine sınır çeken bir kurumsal yapıya dönüşmüştür.
Yeniçeriler, diğer bazı gruplarla beraber bu yapının merkezindeki en çarpıcı unsur sayılabilir. Askerî sınıf olarak yeniçeriler, kuruluş dönemlerinden itibaren bir güç merkezi olmuşlardır; hangi şehzadenin tahta geçeceğine (Yavuz Sultan Selim örneğinde olduğu gibi) karar verecek kadar devletin mühim bir parçasını teşkil etmişlerdir. Devletin askerî amaçlarla beslediği ve güvenlik için dayandığı bir güç olmaktan çıkıp, kendi çıkarını ve toplumsal düzeni koruyan bir korporasyon hâline gelmişlerdir. Bu anlamda yeniçeriler, Osmanlı merkezinde hem kendi çıkarlarını koruyan hem de kendilerine karşı adım atılmasını engelleyen sürekli bir denge unsuru işlevi gördüler.
Bu denge unsurunun açığa çıktığı somut vakalara erişmek de mümkündür. Bu dönemde sultana karşı yükselen yeni bir meşruiyet dili “cumhur”dur. Özellikle Alp Eren Topal’ın çalışmalarıyla daha da açığa çıkan bu kavram, Meninski’nin 1680 sözlüğünde “kamu, herkes, topluluk” anlamına gelirken yine 17. yüzyıl isyanlarını anlatan özellikle Musibetnâme gibi metinlerde, yeniçerilerin kendilerini “cumhur” olarak adlandırdıklarını görmekteyiz.
Bu kavramın derinliklerine indiğimizde karşımıza ne çıkmaktadır? Cumhur, modern anlamda bir rejimi değil, iktidarın paydaşları arasında dağıldığı bir topluluğu ifade eder. Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde 1655 isyanını anlatırken ayak divanına çıkan sultanın yeniçerilere hitaben “Kullarım ne der?” ifadesine yeniçilerileden şu cevabın geldiğini aktarır: “Kul Allah’ındır. Sen bir mütevellisin.” Bu ifade, sultana tanrısal yetki atfeden anlayışa karşı teolojik bir sınır çizer. Sultan artık büyük bir vakfın idarecisi konumunda görülmeye başlanmış gibidir. Yani yeniçeriler, kendi rızasıyla bey‘at eden ve gerekirse bu rızayı geri çeken bir topluluk bilinci taşırlar. Bu itibarla Topal’ın önerdiği gibi bu dönemi “ikinci imparatorluk” değil, “birinci cumhur” olarak da ifade edebiliriz.
Yeniçerilere dönecek olursak, bu grup Osmanlı merkezinde bir çelişki değil, bir denge unsuruydu. Sultana olan sadakatleri kadar, topluma, loncalara ve en çok da kendilerine bağlıydılar. Ancak yeniçerileri tek başlarına anlamak, döneme çok dar bir açıdan bakmakla eşdeğerdir. Bu sebeple açımızı biraz genişleterek ulema ile yeniçeri arasındaki ittifakı da ele almamız gerekir. Ulema meşruiyetin, yeniçeriler ise fiilî gücün temsilcisiydi. Bu ittifak, Osmanlı’da sultanın keyfî otoritesini sınırlayan, hatta zaman zaman belirleyen bir karşı gücün varlığını sağladı. Bu kurumsal denge, modern anlamda bir demokrasi değil; fakat bir siyasal korporatizm olarak yorumlanabilir. Toplumun farklı tabakaları, iktidarın sınırlarını birlikte çiziyordu. Bu nedenle Osmanlı’nın uzun süre ayakta kalmasını sadece merkezî otoritenin gücüyle değil, bu dağınık ama birbirine bağlı kurumsal dengelerin sürekliliğiyle açıklamak belki de daha faydalı olacaktır.
1826’da II. Mahmud’un yeniçeriliği kaldırması; devletin yeniden tek merkezden yönetildiği, aradaki kurumsal aracıların tasfiye edildiği bir yapının kurulması demekti. Vakıfların devletleştirilmesi, tarikatların kontrol altına alınması, ayanların ve yeniçerilerin neredeyse tamamen yok edilmesi; imparatorluğun sivil ve yerel dengesini ortadan kaldırdı. Bu dönemden sonra Osmanlı Devleti halkıyla kurumsal aracılar üzerinden değil, (başta vergi meselesi olmak üzere) memurlar üzerinden doğrudan iletişim kuran modern bir yapıya dönüşmeye çalıştı. Bu bir yandan merkezî otoritenin güçlenmesi, diğer yandan toplumun siyasal temsilinin kaybolması anlamına geliyordu.
Sonuç olarak, 17. ve 18. yüzyıl Osmanlısını yalnızca mutlakî merkez algısının zedelendiği bir dönem olarak değil, farklı kurumsal paydaşların bir denge içerisinde var olduğu bir dönem olarak okumak tarih anlayışımızı değiştirir. Devletin sürekliliği sadece sarayın gücüyle değil; yeniçeri, ulema, ayan ve loncalar gibi farklı yapıların birbirini sınırlayan iş birliğiyle mümkün olmuştur. Sonuç olarak bu bağlamda değerlendirdiğimizde Osmanlı’da mevcut olan bu denge içerisinde yeniçerilerin, sultana ve saraya karşı gerçek anlamda güç kullanan tek gerçek yapı olduğunu iddia etmek gerçekçi bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır.