Şehirlerimizin hâlinden hepimiz rahatsızız. Farklı sosyo-ekonomik sınıflardan, yaş gruplarından ve mesleklerden insanlara hep başka bir yüzünü gösteren şehrin herkesi rahatsız edebiliyor olması kapitalizme özgü bir sorundur.
İdeal bir şehre dair yapılan teklifler ise yüzeysel kalmaktadır. Meşhur bir örneği hatırlayalım: Ülkemizde neredeyse her bir vatandaşa birer müstakil bahçeli konut inşa edildiği durumda bu konutların kaplayacağı alanın (çoğunlukla Ankara’ya kıyasla) oldukça küçük olacağına dikkat çekilmekte ve bu birçoklarını şaşırtmaktadır. Söz konusu istatistik, imkânsızlık iddialarıyla mecbur bırakıldığımız durumların aslında alternatifleri olabileceğini fark ettirdiği ve bir yanılgıyı yıktığı için çokça dile getirilmektedir. Bu açıdan kıymetlidir. Fakat başka bir yanılgıya sebep olmaktadır.
Ütopik projeler estetik bir manzara sunsa bile şehrin daima ilişkide olduğu olguları göz ardı eder. Mekânsal biçime aşırı değer verilmekte, şehrin zarurî olarak bağlı olduğu meseleler üstüne düşünülmemektedir. Kim inşa ediyor? (İnşaat sermayesi, spekülasyon amaçlı üretim vb. tartışmalar) Kim sahipleniyor? (Bireysel yaşam, topluluk yapısı vb. tartışmalar) Ekonomik ilişkiler nasıl kuruluyor? (İş yerlerine ulaşım, hizmetlere bağımlılık, sınıfsal yerleşim vb.) Toplumsal etkisi ne olacak? (Bireylerin atomizasyonu, organik bir topluluk yapısı vb.) Sadece Türk malı “suburb” hayalimiz değil, her türlü ideal mekân tasviri ve bu tasvirlerin herkes için olmasa da belirli sınıflar için gerçekleşmiş örnek projeleri sahte “ütopya”lar olmaktan öteye gidemiyorlar. Örtbas ettikleri sorunları çözmeyi geleceğe erteleyerek yaklaşan krizleri büyütüyorlar.
Şehir zaman-mekânsal bir olgudur. Sadece mekânda genişlemez, zamanda uzanarak birey, toplum, devlet ilişkilerinin ve sosyal dönüşümlerin anbean tezahürü olur. Ütopyalar ise durağan (statik) tasvirlerdir. Sadece mekânda değil, zamanda da sınırlıdırlar. Bu yüzden varlığının ilk ve son noktasında olan bir şehir ya da şehir parçası şehirliğinin asıl yönünü kaybetmiştir. İçinde bulunduğumuz şartlar yani bağlamımız içerisinde “oraya” nasıl bir süreç ile gideceğimiz sorusu cevaplanmamaktadır. Tasarlanan gerçekleşme anının (ki ütopyalar bir anın tekrarlarından oluşur) ardından yaşanacaklar hakkında da kimse etraflıca bir fikre sahip değildir.
Şehir inşasının politik, ekonomik, sosyolojik soruları mekân tasarlanmadan önce sorulmalıdır. Nasıl bir iktidarın tasarımı olacak ve nasıl bir iktidar tarafınca sürdürülecek? Toplumsal yaşama nasıl imkânlar tanıyacak? Kamusal ve özel mülkiyet arasındaki denge ne ölçüde kurulacak? İdeal şehir üzerine düşünürken bu gibi sorulara cevap aradığımızda mekân tasarımının ikincil olduğunu görecek, zaman düzleminde “süreç”i de kurgulamaya başlayacağız.
Kurgulanacak bu “süreç” başlangıç noktasını “şimdi”den alıyor. Her şeyden önce ait olduğumuz bağlama dair tam bir resim elde etmeliyiz. Sürece bir “son” tayin etmeyeceğiz. Çünkü yeryüzünde mükemmel nihaî şehre ulaşabileceğimizi düşünmek çelişkilidir. Şehir birimlerinin toplamından farklı bir olgu olarak organiktir ve şehre büyüme, gelişme ve çoğalma imkânı sağlamayı düşünüyoruz. Belki bir “son” noktası yerleştirmeyeceğiz ama yine de geçmek istediğimiz belli birtakım noktalar olacak. Böylece bu sürece bir “istikamet” belirleyebileceğiz.
Şimdiden başlayacağız. Şimdinin en büyük aktörü kapitalizmin tarih boyunca mekânda nasıl genişlediğini ve bütün yerküreyi kapladığını incelemeliyiz. Kapitalizm sadece mekân içinde faaliyet göstermez, krizlerini çözmek için aktif olarak mekânı dönüştürür. Çünkü sermaye, artık değeri emmek ve kârlılığı sürdürmek adına coğrafi genişlemeye ve yeniden yapılanmaya ihtiyaç duyar. Mekânsal düzenlemeler de geçici çözümler olduğu için sistem genişlemeye, genişlerken de mekâna ait ve ona bağlı ne varsa silip süpürmeye devam eder. Kapitalist mekân, sistemin bir dışa vurumu olur. Orada birey ve toplumun ilişkileri, doğal ihtiyaçları ve hakları ikincil meselelerdir.
Şehirlerin sorunlarından yakınan ve çözüm arayışında olan herhangi bir söylemin kapitalist mekân ile yüzleşmemesi, “güzel yaşam” vaatlerini yerine getiremeyecek, manzara resimlerinden ibaret şehir hayalleri kurmaya sebep olur. İdeale doğru giden çizgide geçilecek noktaları belirlerken hayal gücü elbette gereklidir. Endişe ettiğimiz husus kapitalist bir sistemde sistemin metotları ve kalıplaşmış muhalif duruşlar dışında bir dünya tasvir etmenin oldukça zor oluşudur. Yapılan tekliflerin henüz kapsamlı bir şema arz edememesinden bunu anlayabiliyoruz. Bir yandan ideal şehrin zaman-mekânsal kaidelerini belirlerken, bir yandan “şimdi”ye dair bir yargıya sahip olmak bizi küçük resme odaklanmak ve bazı hataları tekrar etmekten kurtaracak.