Varlık ve İktidar

Varlık ve İktidar

Abdullah Veli Uçar

Sayı 1

25 Eylül 2025

Kendi tabiatının başına ördüğü çoraplar ne kadar fazla ve ortadan kaldırması güç olsa da tarihin öznesi ve nesnesi hâlâ insandır. Bu durum, insanın, etrafını çevreleyen tabiattan daha kuvvetli olması veya kaderinin bizatihi kendisi tarafından yaratılması gibi abartılı (ve bir o kadar da yanlış) iddiaların doğruluğu ile alakalı değildir. Bu durum, onun, yeryüzünün fizikî dayatmalarından değişen ölçülerde bağımsız olarak semavi âlemle, türdeşleriyle ve kendi kendisiyle ilişki kurma kabiliyetinin bir sonucudur. Bu kabiliyetler insanı özgün, ilgi çekici ve -en önemlisi de- yeryüzündeki hayatın devinimini anlamak için kaçınılmaz bir araştırma meselesi hâline getirir. Dolayısıyla metne başladığımız cümlenin yeni bir şey söylemediğini kabul ediyoruz. Ancak bu hakikatin, kendi kadar aşikâr olan pek çok hakikat gibi, teferruatlardaki hesaplar ve zamanın ruhunun dayattığı pratik gerçekler karşısında unutulması çok mümkün.

İnsan, absürt ve kendisine zarar veren kararları sebebiyle (bu tür kararlar vermeye gitgide daha yatkın olsa bile hâlihazırda bunun varabileceği sınırdan hayli uzakta bulunmakta) kendi kendini tasfiye edene dek tarihin özne ve nesnesi olmaya (biz buna varlık sahibi olmak diyelim) devam edecektir. Diğer yandan, henüz kendi fizikî sonunu getirmeye muktedir olmasa da -yakın tarih bize göstermiştir ki- insan, kolektif manevi ve zihnî sermayesini har vurup harman savurmak konusunda diğer bütün canlılardan daha maharetlidir.

İnsan, bugün üç temel sebeple varlığını bertaraf etme tehlikesiyle karşı karşıyadır: Kendi ürettiği soyut müesseseler, toplumsallığı ve bireyselliği.

Zihnin sınırlarını zorlayan boyutlardaki kalabalıklar bir arada yaşamaya başladıkça, bu gayritabii yığınlara bir anlam vermek için onları bazı hayali kümelere dâhil etmek zarureti doğdu. Bu kümeler, ortaya çıkış gayelerine uygun olarak, hayatı muhtelif cihetlerden kuşatacak düşünme biçimleri, sembol ve pratikler içermekteydiler. “İnsanlık”, “vatandaşlar”, “iş adamları”, “işçiler”, “kadınlar”, “çocuklar”, “partizanlar”, “taraftarlar” ve bunlar nevinden pek çok küme, ilgili gruplarca sahiplenilerek kimlikleştiler. Bu kimliklerin taşıyıcıları, başka referansların yokluğunda, mezkûr zihnî külfeti azaltmanın en kestirme yolu olarak tüm insaniyetlerinin ve başkalarının insaniyetlerinin bu türden kimliklere sahip olmak ve olmamaya bağlı olduğunu düşündüler. Kimliklerine daha fazla sarıldılar, sarıldıkça kimlikleri de onları daha fazla kuşattı.

Birbirlerini göremeyen ve belki de hiç göremeyecek olan insanların söylediklerinin bir hayali borsada işlem görmesi sonucu dönüşen ve kendi gereklerini dayatır olan bu kimlikler, nihayetinde dünyanın bazı kısımlarında nüfus ve nüfuzları daha çok bulunan ve gidişattan şikayetçi olmak için pek az sebebi bulunan insanlar tarafından birer kıymet addedilerek güçlerinin yettiği ölçüde dünyanın farklı yerlerine tanıtıldı. Bugün, öyle görünüyor ki, üzerinde uzun uzun konuşabileceğimiz karmaşık hayali prangalara dönüştüler; toplumların tüm hücrelerine nüfuz edebilmek için kendi mevkilerini sağlamlaştıracak müesseseler ürettiler ve kim olursak olalım bizden, önlerinde ceketimizi saygıyla iliklememizi bekliyorlar.

Beşerî varlığın ikinci büyük düşmanı toplumsallığıdır. Soyut kategorilere göre tasnif edilmiş anonim insanların söyleyip düşündüklerinin tesiri kadar, insanın fizikî anlamda diğer insanlara muhtaçlığı da onun varlığına yönelen tehdidi beslemektedir.

Sosyal ve iktisadi düzen sebebiyle kendi işini kendi göremeyen insan, artık iyi tanımlanmış ve metalaştırılmış ilişkilerden örülü bir iş bölümü ağının içinde yaşamaktadır. Hayatını idame ettirmesi için mensuplarıyla tek tek muhatap olamayacağı geniş bir yığının eline bakmakta ve bu yığına dâhil olan herkes aynı gerçekliğe boyun eğmektedir. Bu türden bir iş bölümü, hayali müesseselerin sebep olduğu manevi esaret durumunun pek çok zaman maddi karşılığına tekabül etmektedir.

Diğer yandan, etrafında akıp giden hayat daha karmaşık bir görüntü kazandıkça insan, bu iş bölümündeki yerinden daha fazla tereddüt etmektedir. Fizikî ihtiyaçlardan neşet eden bu sistem, ihtiyaçlarını içinden çekip çıkaracağı tabiatın insanın gözlerinin önünden kayboluşundan sonra kendi gerçekliğini ona iyiden iyiye hissettirir olmuştur. Evvelce etrafını saran tabiata bağımlı olan insan, zamanla karmaşıklaşan iş bölümleriyle kendisini bunlardan neredeyse tamamen tecrit etmiş ve nihayetinde tabiatın üzerine görünmez tuğlalarla inşa edilen bir başka dünyaya mahkûm olmuştur. Artık kaygısı yağmurun ekinleri sulayıp sulamaması değil, kendisinin bir şekilde bu ekinlerden yapıldığı varsayılan mamulleri satın alacak finansal imkânlara sahip olup olmamasıdır.

Bu durum, onu daha önce açıklanan hayali müesseselere daha çok mecbur etmektedir. Zira anonimleşmiş yığınların karmaşık üretim ve tüketim davranışları da neredeyse tamamen bu müesseselerin marifetiyle şekillenmektedir. İnsan, ırmağın akıntı yönüne muhalif veya onun tarafından sürüklenmeyi reddeden her söz ve davranıştan böylece men olunmaktadır.

İnsanın varlığının üçüncü büyük düşmanı bugünkü bireyselliğidir. İnsanın kendisini bu kadar öne çıkaran bir fenomenin, insanın varlığına böylesi büyük bir tehdit yöneltmesi hayret vericidir.

Şayet dünyadaki hayatın en mühim devindiricisi insan ise bu devinimi tanımak ve ona etkide bulunmak isteyen bir kimse evvela kendi türünü tanımalıdır. Ancak fert olan insan açısından bu, akademik veya teorik gayretlerle değil, bizatihi türünün bir mensubu olmayı öğrenmekle mümkündür. Zira bu devinim dil ile izah edilebilecek olandan çok daha karmaşık, pek çok biricik olayı haiz ve türdeşlerin hızla değişen ilişkileri üzerine mebnidir.

İnsan, ufku etrafındaki insanlarla çevrelenmiş ve sosyal bir zemin üzerinde yürüyen bir canlıdır. Birkaç istisnai durum haricinde hiçbir yerde ve hiçbir zaman kendi başına yaşamamış, çok yakın bir zamana dek bu yönde hiçbir irade emaresi göstermemiştir. Doğumuyla beraber kazandığı müstakil gövdeyi yapıp ettikleriyle tekrar topluma eklemlemiş, erken bebekliğinden itibaren varlığının türdeşleri arasındaki tesirini meraklı gözlerle seyretmiştir.

“Bireyselleşme”den murat edilen; bir organizma olan ferdin, etrafını saran ufuktan koparılması ve farklı saiklerle sosyal zeminini yitirerek hareket istikametini kaybetmesidir. Bundan dolayı insan tek başına yapması mümkün olmayan üç görevi aynı anda yapmak zorunda kalmıştır: kendi istikametini tayin etmek, bu istikameti sürekli kendi idrakiyle sınamak ve istikameti üzere hareket etmek. 

Kolektif bağlamdaki gücünü ve iddiasını kaybeden birey, esasında bu kaybı tam da “birey” olduğu için yaşamaktadır. Soyut müesseselerin ve giderek karmaşıklaşan toplumsallığın dayatmalarına mukavemet edememesinin en mühim sebebi bu bireyselleşmişliğidir.

Böylece günümüz insanının varlığını tehdit eden üç unsuru açıklamış olduk. Ancak yazının başlığındaki “iktidar” kelimesinin hikmetini henüz izhar etmediğimiz düşünülebilir. Hâlbuki iktidar, insan varlığının olsa olsa yoğunlaşmış bir hâlidir. İnsan varlığı çözündükçe iktidar (tüm bu süreçlerden bağışık olmasa bile), yoğunluğu sebebiyle rengini korumayı en çok başaran insanî varlığı temsil eder.

Diğer yandan, iktidarın alametlerinin tespit edilmesiyle insanlığın genelinde sağaltılmış hâlde bulunan varlık hakiki anlamıyla kavranabilir. Bugün insanlık olarak varlık namına elimizde ne kaldığını tartabilmek için bu yazıda bahsedilen üç unsur bize önemli bazı ölçütler sunacaktır. Denebilir ki: Soyut müesseseler tarafından daha az kısıtlanan, toplumsallık sebebiyle daha az tavize mecbur edilen ve kolektif kavrayış ve hareket kabiliyetlerini en az yitirmiş bulunan insan grupları, bunların zıddındaki vasıflara sahip olanlara nispetle daha fazla iktidar sahibidir. O hâlde insanın varlığına dair soruşturmalarımız bugün; “kimlerin”, “ne kadar” ve “hangi surette” iktidar sahibi olduğunu kavramakla yakından alakalı olmalıdır.